ZAMANIN SARKAÇLARI Zamanın sarkaçları salkım saçak dökülürken bu Şehr-i Tokat’ın nasırlı ellerinden ben hala evde kalmış kız kurusu sevdalara aşık başı dik ve alnı açık ihtiyar bir delikanlıyım ve ben..
Zamanın sarkaçları salkım saçak
dökülürken bu Şehr-i Tokat’ın nasırlı ellerinden
ben hala evde kalmış
kız kurusu sevdalara aşık
başı dik ve alnı açık
ihtiyar bir delikanlıyım
ve ben hala
kanadı yağmur yüklü
göçmen kuşların tünediği
bir şefkat tapınağıyım.
Ancak güneşin ilk ışıkları
okşarken şu hökelek gövdemin
güdük ve fakir gölgesini,
ben Behzat Deresi’nin yemyeşil
o kadim sularıyla
her gün yunup, yıkanmaktayım.
Oysa tam bir asır geçmişti aradan
eskiyen zaman mıydı?
bu Şehr-i Tokat mıydı?
yoksa günlük sevişen
akreple yelkovan mıydı?..
Bilmiyorum
inanın bilmiyorum
ama yine de
zamanın o küskün şahitliğine
yitip giden silinen Halkalı Köprüsü’ne
yanımdaki kavağın çatırdayan sesine
bir de Topçam Dağı’nın soğuk esen yeline
inatla direniyorum.
Unutkanlığımı bunaklığıma verin
ne de olsa koca bir yüzyıl geçmiş buradan
ben ki nice depremler yedim
nice yangınlar gördüm
nice selleri savdım
ben ki bütün bunlara rağmen
yıkılmadım, sürünmedim, küçülmedim
bir onur yarışı gibi
bir zafer savaşı gibi
ve bir İstiklâl Marşı gibi
şimdi bile dimdik
ayakta ve hayattayım.
Ya sonrası
kardı, kıştı, soğuktu
nice kağnılar çöktü önümde
kervanlar geldi geçti usulü aheste
ve nice analar şehit verdi oğlunu
gavurun dölü yedi düvele karşı
Yemen’de, Trablusgarp’ta, Çanakkale’de
ve ben bir türkü duyardım uzaklarda
” hey on beşli on beşli
Tokat yolları taşlı
on beşliler gidiyor
kızların gözü yaşlı “
Derler ki
su uyur, düşman uyur
ama saatler hiç uyumazmış
kim demiş
ben ki her seher vakti
kardeşim Behzat Camii’nden yükselen
mahmur ezan sesiyle uyanırım.
Oysa tam bir asır geçmişti aradan
eskiyen ezan mıydı?
bakır bir kazan mıydı?
yoksa Şehr-i Tokat’a
düşen son hazan mıydı?..
O demler bir Mevlevihane vardı tam karşımda
huşu ile dönen semazenlerin
ahenkle çalınan kudümlerin
esrarı oruç nefeslerin
bir de yanık neylerin
efkârı bulaşırdı
ya kanıma, ya ruhuma
ya da damgasız kadranıma.
Peki şimdi nerede?
o edepli, o ahlaklı
naif yüce insanlar
nerede o sema ayinleri?
buhur tütsüleri
Allah’a adanmış aşklar
çiçek açmış avuçlar
cennet kokan dualar
peki şimdi nerede?
o ince, o zarif ve kibar
merhamet dileyen kullar
Allah’a giden yollar.
Oysa bir asır geçmişti aradan
eskiyen anılar mıydı?
tükenen sayılar mıydı?
yoksa Tokat Erenler
darda mezarda mıydı?..
Sonra hatırlıyorum da
bir Bey Sokağı vardı şuralarda
gerçi hala yerinde
duruyor durmasına da
o renk cümbüşü faytonlar
gelinlik bir kız gibi
artık süzülmüyor
camlarda, cumbalarda
nal seslerinin tıkırtısı
tekerleklerin gıcırtısı
ve gizli aşkların
derinden fısıltısı
ne başımda, ne taşımda
ne de duvarlarım da
artık yankılanmıyor ki.
Haa! unutmadan
bir de Mevlana Hamamı vardı
canım öyle hamam deyip geçmeyin
efendi babadan kopartılan harçlıklarla
bir gün önceden hazırlanıp gidilirdi
keyfi hoş sefalara
çimmeye, yıkanmaya
aklanıp, paklanmaya
hele o canım el emeği göz nuru
ince nakış dantelli
sandık dibi bohçalar
titiz bakır işçilik
hamamtası, kildanlar
o mis gibi tertemiz
bembeyaz çamaşırlar
bir özenle katlanmış
ipekten peştamallar
küçük küçük peşkirler
pamuk gibi havlular.
Hele bir de ne kadar
kahkahayla gülerdim
” babanı da getirseydin len “
diye bağıran o hamamcı karıya
ehh! gülmemek elde miydi ki
Dudu Nine’nin kolundan
zorla çekiştirip
utancından moraran
yere bakan çocuğa.
Daha hangisini sayayım
akşamdan yapılan börekleri mi?
cevizli çörekleri mi?
çemen etli keşkekleri mi?
zeytinyağlı dolmaları mı?
mahcup gelinleri mi?
zarif görümceleri mi?
yaşmaklı ve nur yüzlü
şişman kayınvalideleri mi?
onlar da tarih oldu
onlar da kalmadı artık
sadece kalan Mevlana Hamamı
kiminin adı dudağında
kiminin tadı damağında
bende son kalan ise
sadece hevesi
o da takılı kaldı
sarkaçlı kursağım da.
Eskiyen kapılar mıydı?
ahşaptan yapılar mıydı?
yoksa Tokat betona
gömülen tapular mıydı?..
Bilemiyorum
inanın bilemiyorum
ama yine de
zamanın o despot yüzsüzlüğüne
yitip giden, silinen Kazova Üzümleri’ne
altımdaki toprağın
kanayan öfkesine
bir de Gıjgıj Dağı’nın
o zehir gözlerine
inatla direniyorum.
Oysa bir asır geçmişti aradan
ve sadece zamandı yerinde
hırlı mısmıl durmayan
ama naftalin kokuyordu dünya
ben Yüksekkahve’ye baktığım zaman
gerçi Yüksekkahve’de duruyordu yerinde
ama taksici Keçi Tahir’leri
matbaacı Pipo Fethi’leri
Madımağın Celal’leri
hatırlamaz her duyan.
Sonra Uzun Tevfik vardı
otobüse bir biner pir binerdi
Salepçi Remzi vardı
Müteşebbis Vasfi Diren vardı
Nafa’dan emekli Ali Sucu vardı
yani kısaca o zamanlar
vakit bol
hayat telaşsız
ömür uzun
sadece kaldırımlar
bir de sokaklar dardı.
Mesela höllük nedir biliyor muydu
bugünkü yeniden yetme gençlik?
bıldırcınbudu armudunu
göğsulu armudunu
kanlı sülük gırtlağını
devenin ham hamutunu
kömeyi, pestili, tarhanayı
incirlenmiş kara pekmezi bulamayı.
Artık odun kömürlü semaverlerde
tavşankanı çaylar demlenmiyordu
ve keskin tömbeki kehribarlığında
aşikâr nargile üflenmiyordu
belki de bu sessizlik
höllüğün kumundandı
isyan ve özgürlükse
cep telefonundandı.
Eskiyen zaman mıydı?
bu Şehr-i Tokat mıydı?
yoksa bacada tüten
küllenmiş duman mıydı?
Hazır laf kucağa düşmüş iken
Bulvar Sineması’nı
Zafer Sineması’nı
Ali Sabri’yi de
anlatayım bari size
özel seans matinalar vardı eskiden
yazlık sinemalar tahta sandalyeliydi
kabak çekirdekleri
gözyaşı mendilleri
genç kız fingirdemeleri
kırık leblebi tadında
yerli, yersiz filimler
komik ve eğlenceli
hem vurdulu, kırdılı
hem romantik, hazinkâr
umuma veya bayanlara
Türkan Şoray’lı Ediz Hun’lu
hicranın hıçkırıkları
ya buz kovalarına yatırılmış
buz gibi Fertek gazozları
patlamış mısırlar
pamuk şekerler
halkalı şekerler
kaynana şekerleri
içinden artist çıkan
balonlu çikletler
gofretler, misketler
Zagorlar, Teksaslar, Tommiksler
ve daha neler neler
onlarda kalmadı artık
onlarda tarih oldu.
Nerede o zamanlar renkli televizyonlar
bilgisayarlar, şatafatlı reklamlar
bütün yük bar bar bağıran çığırtkanlarda
belki de adını tek unutamadığım
elinde megafonu
kır saçlı, tok sesli Bekir Amca
bir bakarsın Horuç Sokağı’nda
bir bakarsın Devegörmez’de
bir bakarsın Behzat’ta
bazen elde yapılmış
bazen klişe baskılı
koca koca afişler
sırtındaki tahtada.
Oysa bir asır geçmişti aradan
eskiyen Sultan mıydı?
Türkan mı, Şoray mıydı?
yoksa filmin perdesi
siyah ve beyaz mıydı?..
M. Halil PAZARLI / 2002
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.